21 Mayıs 2008 Çarşamba

Koruyucu tıp, şifalı bitkiler


Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu, “Önleyici” ve “koruyucu” tıbbın önemine dikkat çekiyor... iyibilgi özel

iyibilgi modern tıbbın çaresizliğine çözüm ararken, bitkisel tedavi yöntemleri konusunda tüm dünyada başarılar kazanmış, çalışmalarıyla devrim niteliğinde ilerlemeler kaydetmiş bir kimyager olan Prof. Dr. İbrahim Adnan Saraçoğlu’nun çalışmalarıyla karşılaştı.
Bitkilerin hastalık tedavilerinde kullanımını anlattığı ‘Bitkisel Sağlık Rehberi’, Kur’an ayetlerini araştırma sonuçlarıyla açıkladığı ‘Kur’an ve Bilim’ adlı iki kitabı bulunan Saraçoğlu’yla, günümüz biliminin kanser, alzheimer gibi hastalıklar karşısındaki çaresizliğini, bitkisel tedavi, gen teknolojisini, insan sağlığı üzerinde oynanan oyunları ve Kur’an’ın işaret ettiği bilimi konuştuk:
Bitkileri incelemeye başlamanız nasıl oldu?
Ben fiziko-kimya kökenliyim, ilgim araştırma dalımdan kaynaklanmıyor. Bitkilere olan ilgim çocukluğumdan geliyor. Yaşım 4-5 iken narenciye bahçemizde, çalışan işçilere sorular sormaya başladım. Onlar da sonunda babama gitmişler, “Mehmet Ağa senin oğlan, bize garip garip sorular soruyor. Cevaplayamıyoruz.” diye. Babam da bana “Oğlum bekle, yakında okula gideceksin. Orada sorduğun soruların cevabını alacaksın” dedi.
İlkokulda başladım kafamdakileri sormaya, yukarı sınıflar geldi geçti… Lise hayatım bitti. Hala sorduğum sorunun cevabı yoktur. Üniversite hayatında da bulamadım o cevapları tabi.
Sonra ne oldu? Aradığınız cevabı bulabildiniz mi?
Benim bitkilere ve doğaya olan merakım benim için aslen bir hobidir. Bir iş olarak düşünmedim hiç. Benim biyoloji okumam ya da tarımla ilgilenmem lazımdı. Ben böyle yapmadım. Benim için bilimlerin temeli kimyadır. Bugün tıbbın da temeli, biyolojinin de temeli kimyadır. Tabi bilimlerin temelidir. Çünkü çok daha rahat giriş yapabiliyorsunuz biyo-teknolojiye gen teknolojisine, mikrobiyolojiye, tıbba ve ilaç sanayine... Kimyanın olmadığı yer yok. Zaten, maddenin yapı taşı kimya.
‘Tıbbın alternatifi olmaz’ diyorsunuz, kastınız nedir?
Ben alternatif kelimesine karşıyım. Alternatif, bir şeyi başka bir şeyle ikame etmek demektir. Bilimde böyle bir şey söz konusu olamaz. Ne fiziğin, ne kimyanın, ne tıbbın alternatifi olmaz! Eğer bilimle ilgili bir konu söz konusuysa, ilgili olduğu bölüm içinde araştırılır.
Bu konumlamada bitkisel tedavi nereye oturuyor?
Bitkisel tedavi, tıbbın alanına girer. Adı da ‘fitoterapi’dir.
İnsanlar kafalarını kaldırıp dünyaya bakmalılar. Türkiye’de hekimler, bu tedavi yöntemlerine ‘koca karı ilacı’ gibi bakıyorlar. O koca karılar, uzun otacı kültürümüzü bugünlere taşıdılar. 21. yüzyılda, bugün ben buna bilimsel açıdan bakabiliyorum. Tüm söylemlerimde, yazılı görsel basında, işin kimyasından, etkin maddelerden bahsediyorum. Bugün Avrupa ve Amerika’da ökseotu, brokoli, melisa üzerine doktora tezleri yazılıyor! Bunlar yıllardır var. Anlattıklarım yeni değil.
Fakat tıp doktorlarının eğitiminde bitkiler hiç öğretilmiyor…
Bu Türkiye için böyle. Avrupa’da hekimler bitkisel tedavi kurslarına gidiyor. Lütfen herkes dünyaya bir baksın. Türkiye’deki hekimler olaya yanlış bir açıdan bakıyorlar. Avrupa’da bir hekime giden hasta, ilkin bitkisel tedavi uygulayıp, uygulamadığını soruyor. Yapmıyorsa, yapan hekime gidiyor.
Bizim hekimlerimiz, bitkisel tedavi için koca karı ilacı, tehlikelidir diyorlar. Neresi tehlikeli söyleyin biz de bilelim. Bitkiler yanlış kullanılırsa tabii ki zararlıdır. Her şey yanlış kullanıldığında zararlıdır. Arabayı kullanmayı bilmiyorsanız, ruhsatınız yoksa ve trafiğe çıkıyorsanız, insanlara çarpar ve öldürürsünüz. Modern tıbbın babası Paracelsus’un bir sözü vardır, “Her şey zehirdir, hiçbir şey zehir değildir” der.
Her şeyde bir ölçü var. Az verirseniz işe yaramaz, çok verirseniz zarar verir. Tam ölçüsünde kullanırsanız, fayda verir şifa verir. Sizi tedavi eder.
Sütle ilgili bir örneğiniz vardı bu konuda.
Evet, sütte özellikle, mide yanması, reflüde, kullanım ölçüsü iki yudumdur. Mide yanması başladığında, iki yudum içersiniz. Bir bardak içerseniz faydası yok, zararı var. Onun için Kur’an-ı Kerim’de Allah, “Ben bu âlemi süs olsun diye yaratmadım. Bir denge, nizam, kural ve düzen üzerine kurdum” diyor. Her şeyde bir denge var, yani bir ölçü, bir düzen var.
Hiçbir şeyi gelişi güzel kullanamazsınız. Dolayısıyla, süt örneğinde de iki yudum alırsanız tedavi oluyorsunuz. Her yanma başladığında, iki yudum… Fazlasını alırsanız fayda değil, zarar görüyorsunuz.
Önleyici ve koruyucu tıbba gelirsek?
Bu kavramı, tüm dünyaya yaklaşık olarak 15- 20 yıldır yaymaya çalışıyorum. Bakın bir hastalığı önlemek farklı şeydir, hastalığa karşı tedavi geliştirmek farklı şeydir. Hastalığa yakalanmadan önceki tedaviyle yakalandıktan sonraki tedavi arasında çok büyük farklar var.
Ne gibi?
Örneğin, birinci derece akrabalarda prostat kanseri meme kanseri varsa, büyük bir ihtimalle geçebiliyor irsi olarak. Siz şimdi önleyici olarak, yılda bir-iki defa kemoterapi, radyoterapi alayım diyebiliyor musunuz? Önleyici olarak bunlar alınabiliyor mu?
Kışın çocuklarda boğaz enfeksiyonları, bademcik iltihapları oluşabilir diye, antibiyotik kullanayım diyebiliyor muyuz? Hadi oğlum kış geldi bir tüp antibiyotik yut diyebiliyor muyuz? Antibiyotiklerin ne kadar zararlı olduğunu bugün artık biliyoruz.
Peki doğal yöntemlerle mümkün mü?
Mümkün tabii. Önleyici olarak bugün modern tıptan yararlanamıyoruz. Ama bitkileri bu iş için kullanabilirsiniz! Burada şunu belirtmeliyim. Tabiatta eğer yanlış beslenirseniz, mesela fazla yağlı tüketirseniz kalp damarlarınız yağlanmaya, tıkanmaya başlar. Anjiyoya girersiniz.
Demek ki doğru beslenseniz kalp damarlarınız tıkanmayacak. Tabiatın içinde kendi çaresi de var. Bitkilerle daralmış kalp damarlarını açmak da mümkün. Herhangi bir yan etkisi de yok üstelik!
Tabii, modern tıp esastır. Burada konuşulanların, anlatılanların doğrultusunda hiç kimse kendisine teşhis koymamalı. Mutlaka hekime giderek, hekimin önerileri doğrultusunda hareket etmeliler. Benim söylediklerim ancak önleyici ve yardımcı olabilir.
Osmanlı’da var olan ve aile bireylerini “hasta etmemekle” görevli hekimler, aile bireyleri hastalandığında para almıyorlardı. Görevleri hastalıkları tedavi etmek değil, hastalığın oluşumunu önlemekti. Bu noktada önleyici ve koruyucu tıbbı, Osmanlı’nın aile hekimlerine benzetebilir miyiz?
Tabii ki. Bir de şu var, Osmanlı’daki otacı kültürü yüzyıllar boyu taşınarak günümüze kadar geldi. Eski kitaplarda okuyoruz; Latin Amerikan bitkisel tedavileri, Arap kültüründekiler, Çin’de, Japonya’daki bitkisel tedavi yöntemleri, Avrupa’dakiler, Kilise’nin yöntemleri… O dönemlerde, iki yüzyıl önce, şu bitki şuna iyi geliyor diyorlar. Fakat bugün o bitki aynı rahatsızlığa iyi gelmiyor. Bunun nedenleri var.
Ne değişti o günden bugüne?
Birincisi, yüzyıl önceki beslenme şekliyle bugünkü beslenme şekli birbirinden çok farklı. Bugün artık doğal hemen hemen hiçbir şey yok. İçtiğimiz sütten, suya kadar. Tükettiğimiz yoğurttan ete kadar her şey bir koruma ve katkı maddeleriyle birlikte! Naylonlar içersinde, kanserojen plastik sanayi ürünleri içerisinde.
İnsanların beslenme şekilleri değişti. Eğer doğal beslenmenin şartlarından dolayı sizde bir hastalık oluşmuş ise, o dönemin bitkilerinden de şifa bulabilirsiniz. Ama şimdi insanların beslenme şekli doğal değil. Bitkiler de olumsuz etkileniyor çevre şartlarından. Kullanılan zirai ilaçlar doğaya gidiyor. Bitkilerin de solunumu var, hava kirliliğinden etkileniyorlar. Güneş ışığının spektrumu değişti. Ultraviyole ışığı, güneş ışığındaki X ışınları, gamma ışınları bitkiler üzerine farklı düşmeye başladı. İşte ozon tabakasından bahsediyoruz. Dolayısıyla küresel ısınmanın tetiklediği etmenler var.
Tüm bunların sonucunda, bitkiler de değişiyor. Bitkinin içerdiği, insan sağlığını etkileyici gücü olan etkin maddeler de değişmeye başladı.
Modern ilaçlar bu değişimler karşısında etkisiz mi peki?
Bugün bir ilaç piyasaya çıkıyor, büyük bir başarı gibi takdim ediliyor. Ama piyasadan çekilmek sorunda kalanlar da oldukça fazla. Onlarca örneği var. En son örneği Eylül 2005’te piyasadan çekilen Vioxx’dur. Romatizmal hastalıklara karşı kullanılıyordu. Binlerce insan, ani inme neticesinde, kalp krizinden hayatını kaybetti. Dolayısıyla dikkatli olmak lazım. Onlarca ilaç piyasaya girip çıkıyor.
FDA’dan (Federal İlaç Dairesi) da bahsedilmeli bu noktada. Herkes FDA’nın onayı varsa sorun yok gibi bir düşünceyle hareket ediyor. Shane Ellison, kısa süre sonra piyasaya çıkacak “Batı Tıbbı Sağlığınızın Altını Nasıl Oyar” adlı kitabında FDA’nın ne kadar kolay manipule edildiğini anlatıyor.
Bakın, araştırmalar patentlenene kadar gizli tutulur. Tabiat ise patentlenemiyor. Bu iş kar getirmiyor yani. Patentleyerek para kazanmak için, daha çok sentetik kimya ile çalışılıyor. Neticede de bunların yan tesirlerini yaşıyorsunuz. Bugün her ilacın yan tesiri var. Uzun müddet kullanıldığında daha da ağır yan etkiler görülüyor.
Örneğin ülseratif kolit, modern tıp tarafından tedavi edilemez. Alzheimer, şeker hipertansiyon vesaire… Bunlar için çeşitli ilaçlar var. Ve bu ilaçlar sürekli kullanılmak zorunda. Bunların yan tesirleri ise ya böbrek, göz, kalp ya da karaciğer metabolizması üzerinde görünüyor. Tabii yeni yeni hastalıklar tetikleniyor
Dünya Sağlık Teşkilatı’nın verilerine baktığımızda, birinci sıradaki ölüm nedeninin kardiyovasküler rahatsızlıklar olduğunu görüyoruz. Yani kalp-damar rahatsızlıkları. İkinci sıra kanser- ki günümüzde başı çekiyor. Üçüncü sıradaki enfeksiyonel rahatsızlıklar, hepatit, ve grip var. Dördüncü sıradaki ise çok ilginç…
Nedir?
İlaçların yan tesirleri... Ölüm nedeni hastaları iyileştirmek için kullandığınız ilacın yan tesiri!
Bir ilaç size iyi gelirken, bir başkasında yan tesirleri çok kuvvetli olabilir. Örneğin, bir antibiyotik sizin hayatınızı kurtarırken, alerjisi olan bir başka birini çok kısa zaman da kaybedebilirsiniz.Türkiye’nin bir ayda tükettiği kemoterapi ilaçlarıyla Almanya’nın tükettiğini mukayese edin. Hastaya kemoterapinin ve radyoterapinin ne olduğu anlatılmalı. Hasta tümörünün yok olacağını zannediyor. Tümör küçülüyor, doğru. Ama o tümörü tetikleyen mekanizmayı tedavi etmiyorsunuz. Ve tüm vücudu etkiliyorsunuz. Bunlar hastalara anlatılmalı.
Laf tümöre gelmişken, kanser önlenebilir bir hastalık mı sizce?
Bakın, sigara kanser yapıyor diyoruz değil mi? Tek başına sigara yüzde yüz kanser yapıyor diyemezsiniz. Bunun pek çok sebebi var. Eğer doğadaki bir şey kanserin oluşumunda etken rol oynuyor ise, doğadaki başka bir şey de kanser oluşumuna karşıdır. Yani her şeyin bir karşıtı var bu âlemde hiçbir şey sebepsiz yaratılmadı. Her şey bir sebep üzerine yaratılmıştır.
Allah yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’de diyor ki, “Hiçbir dert yoktur ki bir onun çaresini vermemiş olalım.” Lokman suresinde de ‘Biz size şifalı bitkiler verdik’ diyor. Bu gökten zembille inmiyor. Araştırıp, bulmalıyız.
Bunlara rağmen, kanser vakaları hızla artmaya devam ediyor dünyada?
Bundan yüzyıl önce, dünyanın ölümcül hastalıkları listesinde kanser beşinci sıradaydı. 21. yüzyıla geldiğinizde kanser 2. sırada, başı çekiyor. Bilim ve teknoloji hızla ilerlerken, kanserde inadına bu işin zıddına gider gibi başı çekiyor. Bugün ben üzülerek görüyorum 20, 25 yaşlarında meme kanseri olan genç anneler, genç kızlar var.
Bakın sokaktaki insanların yüzde 15’i ya hepatit B ya hepatit C…
Eskiden birisi siroza, karaciğer kanserine yakalandığında, alkolden oldu, alkolikti diyorlardı. Şimdi hepatit B ve hepatit C’ye bağlı siroz ve karaciğer kanseri büyük bir artış gösterdi. Alkole bağlı siroz daha az görülüyor.
Bu artışta teknolojinin payı ne?
Teknoloji beraberinde, doğanın tanımadığı, kendi üretmediği birçok kimyasal maddeyi üretmeye başladı. Mesela sebze ve meyve tüketiyorsunuz içinde hormon var. Ya da genleriyle oynanmış, trans gen tohumlar kullanılmış üretiminde. Zirai ilaçlar kullanılıyor, sanayi atıklarından etkileniyor ürünler.
İnsan sağlığı üzerinde ilerde etkilerinin ne olacağı bilinmeyen petrokimya ürünleri var. Tüm bunlar kümülatif olarak insana dönüyor. Doğal olarak insanlar genç yaşta hastalıklara yakalanıyor. Normalde 50’li yaşlarda görülen kanser bugün 25–30 yaşındaki insanlarda görülüyor. Çünkü tetikleyicileri teknolojinin içinde saklıydı.
Yani teknoloji insanlık suçu işliyor.
Laf hazır teknolojiye ve genleriyle oynanmış “tohum”lara gelmişken, Kevser Suresi’ndeki “ebter” sözcüğüne değinmek istiyorum. Sizin bu sözcüğü temel alarak yaptığınız bir çıkarım var. Bunu bizimle de paylaşır mısınız?
Kevser Suresi Kur’an’ın 108 numaralı suresidir. Surenin son ayetinde, “İnne şânieke hüvel’ebter” yani, ‘Asıl soyu kesik olan onlardır’ deniliyor. Bu söz Peygamber efendimizin (s) oğulları öldükten sonra, Yahudiler ve müşrikler kendisine ‘Bu nasıl bir peygamber, soyu kesik peygamber mi olur!’ dedikleri için bir cevap niteliğinde…
İşte ben gerçekten soyu kesik olanları gördüm kendi çalışmalarımda. Özellikle gen teknolojisinin hayatımıza kattığı şeyler hep kısır olan ya da kısırlaştırma özelliğine sahip maddeler. Hepsi ‘ebter’ yani. Bugün, gen teknolojisiyle elde edilen ve sofralarda tüketilen domatesin, salatalığın tohumunu alamıyorsunuz. Hepsinin soyu kesik. Genleriyle oynanmış çünkü. Bu sebzeleri tüketenlerin sağlıklarının nasıl etkileneceği de bilinmiyor.
Ama peygamber efendimizin gerçekten çocuğu olmadı? Kastedilen bildiğimiz anlamı değil mi?
Peygamberimizin bir ismi de Mustafa. Saf olan manasında. Kur’an ayetlerinde, “Ya Muhammed biz senin soyunu alemlere üstün kıldık. Sen safsın.”deniliyor. Peygamberimiz, Hz. Adem ile başlayan ve gittikçe saflaşan bir zincirin son halkası. En safkan olanı ve doğal olarak da sonuncusu.
Bu sebeple peygamberle her şey biter. Ondan sonra peygamber gelmeyeceği için de, o halkanın, o soyun bir erkekle yürümesine gerek yoktur. Bu yüzden erkek çocuğu da yoktur o soyun devamını sağlayacak. İşte son ayetteki ‘ebter’ kelimesinden yola çıkarak vardığımız sonuç budur.
Surenin öncesinde ne anlatılıyor?
“Fesalli lirabbike venhar”, yani “Rabbin için namaz kıl, kurban kes” deniliyor.
“Kurbanı kesin”; ama dikkat edin elektrikli şok vermeyin. Elektrik şokuyla olmaz. Elekrik şoku damarların geçirgenlik seviyesini (permeabilite) yükselterek, kanda dolşan idrarın ete geçmesine sebep olur.
Bir sürüde bir koç 4-5 ay sonra aynı kuzuyla ya da ondan doğan bir yavruyla çiftleşir. Bu safkanlaşmayla birlikte sürüde bağışıklık sistemi de zayıflamaya başlar. Eğer yılda bir kere ürünün belli bir bölümünü keserseniz, sürünün bağışıklık sisteminin güçlenmesini sağlamış olursunuz. Bu da sürünüzün Allah’ın izniyle bereketlenmesi demektir.
Bu safkanlaşmaktan kaynaklanan bir durum. Mesela Almanların şeyfer cinsi çoban köpekleri vardır. Hepsi 12-13 yaşında felç olur. Poodle köpekleri böyledirler, kör olurlar. Safkan sedi türleri için de geçerlidir. Saf kan zaman içinde tarih sahnesinden silinmeye mahkûmdur. İlk ayetteki ‘ebter’ sözcüğünün arkasında yatan nedenlerden bizim bulabildiğimiz bazı cevaplar bunlar. Her şeyin bir vakti zamanı var. Zamanı geldiğinde Allah’ın izniyle her şeyin doğrusunu öğreneceğiz.

Reflüye süt, prostatite brokoli, Alzheimer’a havuç!
Koruyucu ve önleyici tıbbın ne kadar “hayati” olduğunu vurgulayan Prof. Adnan Saraçoğlu iyibilgi’ye verdiği röportajın bugünkü bölümünde Alzheimer, kanser, MS, diyabet, hipertansiyon ve prostatitin bitkisel terapi ile önlenebileceğini belirtiyor. İşte brokoliden havuca tabiat eczanesinin mucizeleri. iyibilgi özel

Röportajın ilk bölümü için tıklayın!

Teknolojinin insanlık suçu işlediğini söylemiştiniz. Gelişme aynı zamanda kendimizi baltalama anlamına mı geliyor?
Evet… Hastalıklar değişiyor. Hekimler teşhis koymakta zorlanıyorlar. Üç ay sonra hastalığın seyri değişiyor.
Hiç duymadığınız, sistemik lupus eritamatozus (Vücudun kendi zarlarına gene kendi tarafından antikor üretilip zarar verilmesi hastalığı), liken planus (Vücudun deri hücrelerine karşı geliştirdiği saldırı ile ortaya çıkan kronik deri hastalığı), MS (Kanda dolaşan savunma hücrelerimizin sebebi bilinmeyen bir şekilde beynin beyaz cevherine karşı antikor geliştirmesi); (multiple skleroz), ülseratif kolit hızlı bir şekilde artış gösteriyor.
Mesela hipertansiyonu modern tıp tedavi edemiyor. İlacı verdikçe tansiyon düşüyor, ilacı kestiğinizde tekrar yükseliyor. Bu semptomatik, yani sadece belirtileri ortadan kaldıran bir tedavi yöntemi.

Şeker hastalığında da ilaç kullanıldığında şeker seviyesi düşüyor. Aksi halde yine eski halinde. Yani ilacı kullanmakla siz radikal bir tedavi almıyorsunuz. M.S.’in, Alzheimer’in, Parkinson’un, şekerin tedavisi yok. Başka örnekler de sayılabilir.
Alzheimer ve Parkinson’un modern tıpta tedavileri olmadığını vurguluyorsunuz. Peki, bu hastalıkların bitkisel tedavi yöntemleriyle önlenmesi söz konusu mu?
Evet mümkün. Modern tıpta öyle ilaçlar var ki, etki mekanizmaları bilinmiyor. Faydalıdır diyoruz ama nasıl etkili olduklarını bilmiyoruz.
Alzheimer bir iki yılda ortaya çıkmaz. En erken 20 yıl öncesinde sinsice başlar. Ortaya çıktığı andan itibaren de geç kalınmıştır. Dolayısıyla Alzheimer’i önleyebilecek bir ilaç henüz modern tıpta yok ve Alzheimer’i tetikleyenin ne olduğu da bilinmiyor.
Fakat Alzheimer hastalarında örneğin asetil kolin seviyesinin düşük olduğu gözleniyor. Bunun üzerine asetil kolin seviyesini yükselterek, hastalığı tedavi edebileceklerini düşündüler. Olmadı. A vitamini eksikliği gözleniyor. Bununla da çözülemedi.
Siz ne önerdiniz?
Ben Alzheimer’de önleyici olarak taze sıkılmış havuç suyunu önerdim.
Bir hastalığı önlemek bitkilerle mümkündür. Ancak bir hastalığa yakalanmadan önceki tedaviyle yakalandıktan sonraki tedavi arasında çok fark var. Hastalığa yakalandıktan sonra kişi organını kaybedebiliyor veya kalıcı hasarlar yaşanabiliyor. Dolayısıyla buradaki tedavi, ağır bir tedavi ve iş gücü kaybı var. Bunlar büyük külfet getiriyor. Ancak bir hastalığa yakalanmadan önce onu önleyebiliyorsunuz.
Bitkisel Sağlık Rehberi kitabını yazma sebebim budur.
Kitabın sonunda bir kaynakça bulunmuyor?
Evet, o kitap kırk yıllık araştırma sonuçlarımı içerir. Hiçbir kitap okumadım bu konuda. Hepsi benim araştırma sonuçlarım ve her kelimesinin de arkasında duruyorum. Bugün lavantayı hepatit B ve hepatit C’ye karşı önermiştim ki kapak da o. Ben 33 yıl yurtdışında kaldım. Hiç bitkileri konuşmadım. Bir veri bankası oluşturdum. İlk defa Türkiye’de 99 yılında, brokoli üzerine konuştum özel bir kanalda. Gazi Üniversitesi’nden bir farmakolog vardı karşımda. Bana şöyle dedi: “İyi bir yemek tarifi verdiniz”
Şaşırdım ve üzüldüm.
O noktadan sonra ne oldu?
Amerika’da Saint John Üniversitesi’nden başladım işe. Arşivleri kanıt olabilir. Prostatit tedavisinde, brokolinin etkilerini yazdım. Prostatit (prostat iltihaplanması), bugün ürologların korkulu rüyasıdır. Çünkü tedavisi yoktur. Çok kötü bir hastalık. Sadece antibiyotik tedavisi var ve tedavi bırakıldığı anda sızılar başlar. Yaşam kalitesini çok kötü etkiler.
Siz ne önerdiniz prostatı tedavi etmek için?
Biz, brokoli tedavisini önerdik. Kullanırsanız prostatite karşı iyidir dedik. Ayrıca 40 yaşından sonra erkeklerin yüzde 45’inde, 50 yaşından sonra ise erkeklerin yüzde 50’sinde, rastladığımız benigne Prostate Hyper Plasie dediğimiz iyi huylu prostat büyümesine karşı brokoli kürü muhteşemdir dedik.
Bunları Saint John Üniversitesinin Protatitis Discussion forumunda tartışırken, üye olan onlarca bilim adamı bizi takip etti. On binlerce kişi tartışmalara üye olamadığı için katılamasa da siteye girip okuyabildi. Bundan sonra yedi günlük deneme süreleri yayınlandı ve pek çok hastanın “Ağrılarım kayboldu, çok rahatladım” şeklinde e-postaları gelmeye başladı. İnsanlar kullanmaya başladı.
Brokolinin meme kanserine de iyi geldiğini yazmıştınız?
Brokoli hem meme hem prostat kanserini önlüyor. Kitabımıza yazdık bunu. Etki mekanizmalarını açıkladık. Bir ay sonra Amerika’da dünyanın en büyük prostat vakfı, Prostatitus Foundation açıldı. Bunlar bir ayda oldu. Ardından dünyada zincirleme şekilde Avrupa’da da vakıflar açılmaya başladı.
Bu sayede Türkiye’de doktorlarla çalışmaya başladık. Doktorlar başvurmaya başladı. Aktara gidip bir doktor bunu soramaz tabi. Bugün bu iş dışarıda pek çok üç kağıtçının, şarlatanın elinde. 9 bitkiyi karıştırıp naylon poşet içinde veriyorlar insanlara ve binlerce dolar istiyorlar.
Bitkiler karıştırılmamalı mı?
Normal koşullarda bir bitki karıştırılmaz. Hastalıklar birer kilittir. Her kilidin anahtarı bir bitkide yer alır. Ben çok ender iki bitkiyi karıştırırım. Üç veya dört bitkiyi karıştırmam, bu kadar yıllık çalışma hayatımda görülmemiştir. Hem bitkinin etkisini azaltır, hem de hastalık üzerinde sonuç alamazsınız.
Lavanta hepatite iyi geliyor, brokoli prostata, havuç unutkanlığa… Ama siz kitabınızda, lavantanın bile üç türü olduğunu yazıyorsunuz. Hangi bitkinin hangi olduğunu biz nasıl anlayacağız?
Aslında çok daha fazla lavanta türü var.
Herhangi bir aktardan gidip lavanta alamıyoruz bu takdirde?
Evet. Bu işin uzmanları var. Bu işe sahip çıkması gerekenler bilim adamları ve hekimlerdir. Bakın ben kimyagerim. Ama Doktorun aksine ben, bitkinin kimyasını biliyorum..
Avrupalı arkadaşlarım bana “Kitabında çok fazla bilgi veriyorsun” diye kızıyorlar.
Yani siz doktorlarla çalıştığınızda etkili sonuç alınıyor?
Gayet tabi.
Aktarlar gibi oluşan pazara rağbet eden kurumsal firmalar da var. Şifa için satılan poşet çaylar var mesela. Bağırsakları çalıştırmak için poşette sinameki çayları var örneğin.
Sinameki kabızlığa karşı kesinlikle kullanılmaması gereken bir bitkidir. Sinameki, seyahate çıktığınızda, tuvalete karşı titiz davranan biriyseniz kullanılabilir. Yanlış beslenme de olabilir. Sinameki bir iki günlük geçici bir çözümdür. Fakat kabızlık şikâyetine karşı sinameki kullanılmaz. Kesildiğinde kabızlık daha şiddetli tekabül eder.
Bir yandan doğayı da patentlemeye çalışıyorlar çeşitli yöntemlerle?
Evet. Bunun bir örneği mısır. Karadeniz insanında ala olarak bilinen ‘vitiligo’ hastalığı göremezsiniz. (vitiligo: Genel anlamda vücuda rengini veren pigmentleri üreten melonositlerin düzensiz çalışması sebebiyle; tende, ağız, burun ve genital organların iç zarlarında, gözün retina tabakasında, renk kayıplarına (deride beyazlaşma) ve tahribatına yol açan bir rahatsızlık.)
Çünkü mısırın içinde “vitiligo”yu önleyici maddeler var. Mısıra zarar veren de bir böcek vardır. Mısıra püskülünden girer ve mahveder.
Bir de hemen hemen her ağacın kökünde yetişen bacillus thurigiensis adlı toksin üreten bir bakteri vardır. Bu bakteri, mısır püskülünden giren parazit için öldürücü bir zehir. Bu bakterinin o toksini üreten geni oradan alınarak, mısırın genomuna yerleştirildi.
Genetik olarak modifiye edilmiş mısır toprağa ekildiğinde o toksini de üretmiş oluyorsunuz. Artık yaprağından sapına, mısırın her yerinde o madde var. Bu parazit artık zarar veremez mısıra.
Genleriyle oynanmış bu mısırın insan sağlığı üzerindeki etkileri ne olacak peki?
Bu genleriyle oynanmış ekinleri, ilaçlar gibi dört-beş yıl sonra piyasadan çekemezsiniz. Toprağa bir kere verildi mi, bir daha dönüş yok. Gen teknolojisine karşı değilim. Ama bugünkü gen teknolojisi tamamen rastlantısal. Zararı da öyle…
Genetikçikler genlerin işlevini bilmeden mi oynuyorlar?
Geni bir yerinden kesip açıyorlar, yeni geni nereye yerleştirdiklerine önem vermiyorlar. Genlerin birbirleriyle etkileşimleri var. DNA diziliminde 3. sıradaki gen örneğin 5001. genle iletişim halinde olabiliyor. Dizilişi biliyoruz artık, ama bu genlerin birbirleriyle etkileşimlerini bilmiyoruz. Bu yanlış bir şey. Kafamıza göre geni kesip, istediğimiz yere başka gen ekleyemeyiz. Deneme yanılma yöntemi uyguluyorlar. Ama bu işin dönüşü yok! Mısırı doğaya bir kere ektiğinizde, bu iş biter.
Toprağa ekildikten sonra dönüşü olmayacak değil mi?
Tabi, bir de yatay geçiş yaparak oradan bakterilere atlıyor. Bakteri mitoza uğruyor genetik yapısını değiştiriyor. Farklı etkin maddeler ortaya çıkıyor. Genleriyle oynanmış mısır ununu kullandığınızda ne oluyor peki?
Vitiligoya iyi gelmiyor! Ala hastaları mısır ununu rahatsızlık olan bölgeye sürdüklerinde nasıl iyileştiğini hayretle görürler. Bu geniyle oynanmış mısırın unu ise bunu yapmıyor. Dışarıda satılıyor mısır. İnsanlar tüketiyor ve çok lezzetli. Ama bu çok yanlış
Bahaneleri de açlıkla savaşmak. Bu doğrudur. Ama genleriyle oynanmış bir kilo tohumun kilosu altından pahalı. Köylü bunarı kasalarda saklıyor. Açılıkla savaşıyorsunuz diyorlar ama fakirlik var. Karnını nasıl doyuracak, nasıl satın alacak tohumu? Açlıkla değil önce fakirlikle savaşmalısınız Adam bir kilo domates alabilecek durumda değil. Et tüketimine hiç girmiyorum
Yani genetik de henüz bir şey bilmiyor?
2000 yılında John Major ve Bill Clinton Genom projesini açıkladıklarında, şeker, Alzheimer, kanser, hipertansiyon gibi pek çok hastalık yenilecek demişlerdi. Ben o zaman söyledim televizyonda böyle bir şey mümkün değil diye. Daha insan oğlunun önünde 150-200 yıl var.
Daha kötüsü de gen teknolojisinin kapalı kapılar ardına taşınması…
Genetik teknolojileri hastalıkların oluşumuna çözüm bulamıyor mu?
Dünyada sağlıklı insan yoktur. Dünyaya gelen her insan bir hastalıkla geliyor. Ama doğduğu dönemde bu hastalık ortada yok. Onun genetik yapısı barındırıyor bu hastalığı. Yıllar sonra rahatsızlık ortaya çıkıyor.
O hastalıklı geni aldı diye, örneğin meme kanseri, prostat kanseri genini aldı diye, mutlaka bu hastalığa yakalanması söz konusu değil. Önleyici kürler uygulayarak bu hastalıkların oluşumunu önleyebilirsiniz.
Bu arada “Ben önleyici tıp uyguluyorum” diyerek, hekim kontrolüne gitmemek de çok büyük bir cahillik ve insafsızlık olur. Herkes rutin kontrollerini mutlaka yaptırmalı.
www.iyibilgi.c özel Kaan Kıymaç

Hiç yorum yok: